12 Kasım 2012 Pazartesi

“Bildiklerinin Esiri, Bilmediklerinin Efendisi” Olmak ACİZLİKTİR.....

   “Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, ama diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşırım.”sözü ile yaklaşık sekiz asır önce “Gel! Ne olursan ol, yine gel” diyerek dünyaya sevgiyle seslenen Mevlana’nın, Türkiye’nin yıllardan beri coğrafi ve kültürel açılardan benimsediği siyasi konumla aynı konumda olması enteresandır: “Doğu ve Batı arasındaki köprü.”Mevlevilik bugün birçok ülkede çok sayıda gönüldaşa sahip. Türkiye’nin en büyük hoşgörü simgesi o. Mevlana’nın eseri olan Mesnevi dünyanın bütün dillerine çevrilmekte..
Zaten Konya’ya ister bir turistik seyahatle, ister özellikle Şeb-i Arus etkinliklerine gidenlerin birleştikleri tek nokta, “Mevlana bana gerçek kimliğimi, özümü gösterdi. Geri kalan her şeyin ancak bir görüntüden ibaret olduğunu anlamama yardımcı oldu.
Benim ne cinsiyetimle, ne ırkımla, ne de dinimle ilgili bir ayırıma tabi tutmadı.” şeklindeki görüşler olmaktadır ki, bu da tek başına Mevlana’nın evrene nasıl bir ışık yaydığının en güzel örneğidir.
Mevlana’ya göre insan, ne olduğunu bilmek için, öncelikle nereden geldiğini anlamak zorundadır. Yine Mevlana’ya göre böyle bir anlayış Allah’ın bir parçası, “O”nun bir yansıması olduğunun bilincinde olan insanın nasibidir.
“And olsun ki biz insanoğlunu üstün kıldık...” ayetiyle Yüce Allah; insanın diğer bütün varlıklardan üstünlüğünü, şan ve şerefini ilan etmiştir. Mevlana; tüm eserlerinde insanı, bu üstünlüğünü vurgulayarak ele alır. Düşüncesini şöyle özetler: “Alemden maksat insandır”.Kesin olarak söyleyebiliriz ki esas itici güç, her insanın doğasında bulunan kendini bilme arzusudur. Çünkü insanlar hep “Ben kimim?” sorusuna cevap aramakla meşguldür.
              Hep “Bildiğini mi söyleyecek, yoksa söylediğini mi bilecek?”
Mevlana’ya göre insanların içlerinde kendilerinin dahi farkında olmadıkları öyle bir güç, öyle bir potansiyel, öyle bir enerji vardır ki, o puslarla kaplı ortamın perdesinin bir an evvel açılması gerekmektedir. Der ki:
“İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar.
Perde yandı mı, insan Hızır hikayelerini de tamamen anlar.”
Biz insanların en büyük sıkıntılarından biri de, karşımızdakini kendi istediğimiz şekilde görmeye ve değerlendirmeye çalışmamızdır.
Doğaldır ki, bu dünya üzerinde yaşayan herkes yaşamları süresince hep birbirlerini etkilerler.
Her olayda, her olanda hepimizin izini görmek mümkündür. Eğer dünyanın herhangi bir köşesinde bir çocuk ölüyorsa, o çocuğun ölümünden hepimiz ayrı ayrı pay sahibi ve sorumluyuz demektir. Eğer dünyanın bir köşesinde bir insan açlıktan ölüyorsa, kötü hayat şartlarından yok oluyorsa, sorumluları da yine hep bizleriz. Bir yerde ölen de, öldüren de, yok olan da, yok edilen de hep biziz. Çünkü her olayın sayısız nedeni ve o olayları oluşturan sayısız etki alanları vardır. Bunların hiçbirini “Kader” deyip, savuşturamayız. Bu dünyada, herkes, her şeyden kısmen de olsa sorumludur.Unutmamak gerekir ki;
“İnsanları öldüren, silah değil,silahı kullanan insandır.” ,
 her insanın varlığı, yaratılışının ve yaşantısının bir müşterek eseridir.
Ancak; “İyilik aradı mı, insanda kötülük kalmaz.” diyerek, tüm insanları, tüm insanlığı iyilik, güzellik, doğruluk yolunda yürümeye ve böylece sahip olduğu olumsuzluklarını törpülemeye davet eder.
Yine Mevlana’ya göre, insan şu dört olumsuz vasfından  kurtulmalıdır. İnsanın yaşamında devamlı birer ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir.
Şöyle der:
Tavus kuşu gibi azametli,Kaz gibi hırslı,Horoz gibi şehvete düşkün olmak ve
Karga gibi olmayacak ümitlere düşüp, Uzun ömre tamah etmek..”
Mevlana’nın deyişiyle “Aklın Çarmıhı” olan bu huylar insanın yükselmesine ve yücelmesine manidir.
Mevlana’ya göre , insanın değeri dış kalıbına verdiği değer değil, özünden kaynaklanan ve içinde Allah’ın nurunun yansıdığı özüdür. İçindeki bu cevherin farkında olmayanlar, boşa çaba sarf ederler. Bu konuda şöyle demektedir:
“Kese ve dağarcığın değeri içindeki altına bağlıdır.
İçinde altın olmasa beş para etmezler.”
İnsanların pek çoğu da, hiçbir şeyin farkında olmadan ya da böylesi daha kolay diye adeta rüzgarın estiği yöne doğru kendini bırakmış pupa yelken gitmekle meşgul. Mevlana ise bu düşünce tarzına da karşıdır ve aşağıdaki sözleri söyler:
“Hiçbir testici su konmasın diye, testi yapmaz.
Alemi boşa mı yaratıldı sanırsın.”
“Gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde sırları görürsün.”
“İnsan görüntüde dünyanın parçasıdır. Fakat sen sıfat bakımından insanı, cihanın aslı olarak bil.”
Mevlana’ya göre felsefe, yalnız akla dayandığı sürece hem sakat  hem de eksikliklerle doludur. Çünkü akıl; çevreyle insanın, beş duyusu ile sarmalanmış ve şartlanmıştır. Yine Mevlana’ya göre, yalnız geleneklere dayanan ahlak, kusursuz demek değildir. Hele hele düşüncesini özgürce kullanan insanlar, eleştiriye her zaman açık olmak durumundadır.
Tasavvufa genel bakışına göre insan, varlığın hem gayesi, hem de sonudur. Mutlak varlıktan güç alemine, oradan doğa alemine ve ardından da maddeye geçiş yapmıştır.Mevlana Felsefesi, hiçbir zaman tek başına sözle, akıl ile, bilimle anlaşılamaz. Mevlana aynı zamanda sadece bir düşünür, bir şair, bir tasavvuf ehli de değildir. Doğaldır ki bunların her biri onun birer sıfatıdır.
Mevlana, bir düşünce ve ahlak sistemidir, bir hayat düzenidir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, algılaması, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğreten dünün, bugünün ve yarının büyük bir onur anıtıdır.
Mevlana, herhangi bir düşüncesini, bir duygusunu, bir anlayışını anlatırken mantıksal tahlillere, bilinen felsefi kalıplara, tasavvufun katı kurallarına başvurmaz. Tasavvuf terimlerini çok az kullanır.
Mevlana’ya göre irşat, yani aydınlatma yolu ile doğru yolu gösterme çabası yalnız, olgunlaşmış, tekamül etmiş insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili mesnevinin birinci cildindeki sözleri önemlidir.
Mevlana’nın tasavvufunda gaye, kulluk ve yokluktur. Yine Mevlana’nın tasavvufunda yaratılışın, hayatın manası aşktır. Aşk ise kimseye niyazı, ihtiyacı olmayan Allah’ın, en belirgin vasıflarındandır.
Mevlana’ya göre, insan kendi eksik aklıyla ve şahsi görüşleriyle gerçek bilgi sahibi olamaz. Herkesin görüş açısı ve derinliği farklıdır. Mevlana bu konuyu açıklamak için şu hikayeyi anlatır:
“Hindistan’dan bir fil getirip, karanlık bir yere koyarlar. Getirilen bu fili seyretmek isteyen halk oraya gelince, karanlıkta göremez ve ona dokunmaya başlarlar. Filin hortumunu tutan onu bir oluğa, kulağını tutan yelpazeye, ayağını tutan da direğe benzetir. Özetle herkes filin neresine dokunduysa, kendi zannınca bir hüküm verir. Fakat herkesin elinde bir mum olsaydı, halk fili bütün halinde görüp, onun neye benzediği konusunda yanılmayacak, görüş ayrılıkları kalkacak, herkes gerçek bilgi sahibi olacaktı.”
Mevlana bu örnekle düşünürlerin yalnızca kendi dar görüşlerine itibar etmelerini tenkit eder. Herkesin kendine has bir görüşü olduğu ve tek olan gerçeğe farklı yönlerden baktığı için, gerçeği bir bütün halinde göremeyip, yanılmaya mahkum olduklarını belirtir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ve bir gün...Aklın ile vicdanın arasında kalırsan eğer;VİCDANINI seç.Çünkü aklın çıkarını korur,Vicdanın ise İNSANLIĞINI...