22 Kasım 2013 Cuma

ÇİÇEK GÜNDOĞDU ÖĞRETMENİMİN ANISINA

Fotoğraf 
Ankara Fatih Projesi Teknoloji ve Liderlik ekibi olarak büyük bir üzüntü ve keder içerisindeyiz. Ekibimizin değerli üyesi 35 yıldır eğitim camiasında görev yapan, ayrıca benim yıllar öncesinden öğrencilik yıllarımdan öğretmenim, çalışma hayatında da MÜDÜRÜM olan, Sayın Çiçek GÜNDOĞDU' YU 21Kasım 2013 tarihinde kaybetmenin büyük acısı yüreğimizi kaplayan. Sevgili ÇİÇEK HOCAM; güzel ismi gibi her daim yüzünde güller açan, bulunduğu her mecliste güller açtıran CANIM HOCAM;
 35.ÖĞRETMENLER GÜNÜN KUTLU OLSUN , RUH'UN ŞAD,MEKANIN CENNET OLSUN!!!

AH ÖLÜM
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar
Kimi masum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus derki gör taktirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler

Yunus Emre

17 Mayıs 2013 Cuma

KURUMLARIN BAŞARISINDA EĞİTİMİN ROLÜ

KURUMLARIN BAŞARISINDA EĞİTİMİN ROLÜ
“Madem ki biliyorsun, niye öğretmiyorsun?-Ludingirra (Sümerli eğitmen ve şair, günümüzden 4000 yıl önce)
Bilindiği gibi, insanın eğitimi doğduğu andan itibaren başlar ve ölünceye kadar devam eder. Okul öncesi ve okul süresince devam eden eğitim, mesleğe atıldıktan sonra da sürer gider. İşe başlamakla kişinin eğitimi tabii ki sona ermez, görevinin gerektirdiği, kendisinden hizmet beklenen konularda sürekli eğitim görmezse başarılı olması mümkün değildir. Kısacası, kişinin sistematik eğitim sürecine dâhil edilmesi gereklidir.
Bu gerekliliğin çıkış noktası, gelişen dünya koşullarına ve teknolojik yeniliklere paralel olarak, hangi unvan grubunda olursa olsun çalışan kesime gerekli bilgi ve becerileri kısa zaman diliminde en etkin bir şekilde kazandırma çabası olmalıdır.
Ünlü İngiliz iktisatçı “Adam Smith”in güzel bir sözü var,
“Demiryollarının % 5′i demirse % 95′i İNSAN’dır.”Sadece sermaye ya da diğer maddi unsurlara yapılan yatırımı gerçekleştirebilirsiniz ancak insana yapılan yatırım gerekenin altında olduğu sürece başarı gelmez. Kurumlar sadece bilânço tabloları, gelir gider eğrileri ve sayılardan oluşmamakta. Kurumların başarılı olabilmeleri öncelikle her çalışanı gerçekten başarılı olabileceği, bilgi, beceri ve yeteneklerini gösterebileceği doğru alanlarında çalıştırabilmek, önlerine mesleki bir vizyon koyarak kariyer gelişimlerine yardımcı olmaktır.
Bunun için gerekli olan ana unsur ise, eğitimdir.
Çağımız, bilgi ve ileri teknoloji çağı, bu çağın en temel ve vazgeçilmez unsuru bilgi toplumu ve bilgili eğitimli insan gücüdür. Bu çağı ıskalamamak , gelişen dünya ve onun koşulları ile aynı zaman diliminde omuz omuza ileriye doğru ilerlemek ancak eğitim yatırımı ile olabilir. Başarılı kurumlara baktığımızda başarılarının arkasında ki en önemli gücün eğitim olduğu görülmektedir.
Kurumların kendilerini var eden insanlarına sistematik ve planlı bir eğitim süreci ile bilgi yatırımı yapmaları, tüm çağdaş yenilik ve gelişmelerden haberdar etmeleri kurumların ve ülkemizin yararınadır.
Çalışanlara düşen en önemli görev ise; her şeyi kurumdan beklememek ve kişisel enerjileri en olumlu ve optimum şekilde kullanarak öğrenmek ve bütün bu öğrenilenleri bir takım ruhu içerisinde hayata geçirmek olmalıdır.
Eğitim sisteminde sorunların olması doğaldır, ancak çözüm için önce sorunun varlığını kabul etmek gerekmektedir. Eğitimin “çoktan seçmeli” soru çözmeye, sınavın “elemeye” indirgendiği mevcut eğitim sisteminin ciddi bir reforma ihtiyacı vardır. Olay; akademisyeni, öğretmeni, uzmanı ve politikacısıyla toplumun tümünü ilgilendirmektedir. Suçlu aramadan, taraf olmadan, eleştirileri doğru algılayarak; eğitimbilimin yol göstericiliğinde dünyadaki başarılı örnekleri yorumlayarak ve ülkedeki mevcut bilgi birikiminden azami oranda yararlanarak “ortak çıkar” bilinciyle çalışmak gerekmektedir

12 Nisan 2013 Cuma

2013-YGS sonuçlarına göre, en başarılı il Ankara oldu. Ankara'yı Karabük, Denizli, Aydın ve Isparta takip etti.


2013 Yüksek Öğretime Geçiş Sınav sonuçları açıklandı. Türkiye genelinde 1 milyon 805 bin öğrencinin yarıştığı sınavda Ankara’dan 132 bin 499 öğrenci sınava girdi. Geçtiğimiz yıl YGS ve LYS’de üç alanda birinci olan Başkent bu yılda ilk sıradaki yerini korudu. Üniversite giriş sınavlarının ilki olan YGS sonuçlarının açıklanmasıyla il sıralamasında en önde yer alan Ankara’ya övgüler sürüyor. Ankara Valisi Alaaddin Yüksel,  “Geçmiş yıllara göre eğitimde çok büyük bir atılım yapan ve en başarılı iller sıralamasında Türkiye 1.’si olan Ankara'ya başarı  çok yakışıyor” dedi.
     Yüksel, yaptığı açıklamada, YGS’de puan türlerine göre Türkiye genelinde en yüksek puanları alarak Türkiye 1.’si olan  Ankara’da YGS’ye 132 bin 499 öğrencinin girdiğini ve Ankara’nın 2010 yılında 6., 2011 yılında 5., 2012 yılında 2. ve 2013 yılında Türkiye 1.’si seviyesine yükselmesinin bir takım çalışması örneği  olduğunu vurgulayan Yüksel, şunları ifade etti. Ankara Milli Eğitim yöneticilerini, okul müdürlerini, öğretmenleri, velileri ve dershaneleri kutluyorum diyerek sözlerine devam etti. Diğer yöneticilere, okul müdürlerimize, saygıdeğer öğretmenlerimize, dershanelerimize ve ilgilerini en üst seviyede tutan velilere teşekkür ediyor, başarının gerçek tarafı olan öğrencilerimizi tebrik ediyorum. Dünyanın tüm başarılarını hak eden gençlerimizin her birinin yanaklarından ayrı ayrı öpüyor;   “İl Milli Eğitim Müdürümüz Kamil Aydoğan başta olmak üzere Tüm yöneticilerin, öğretmenlerimizin  ve velilerimiz ile dershanelerimizin sabır, kararlılık ve eksilmeyen ilgilerini sürdürmelerini ve başarılarının devamını bekliyorum; çünkü başarı Ankara’ya çok yakışıyor.”
Açıklanan sonuçlardan sonra haklı gurur yaşayan İl Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan kısa bir değerlendirmede bulundu. Aydoğan” YGS ve LYS sınavlarında kitle başarısı çok zordur ama Ankara bu konuda kendini göstererek en başarılı il unvanını aldı. Başkent, gecen sene de üç kategoride birinci olarak çok iyi bir performans göstermişti.” dedi.
    İl Milli Eğitim Müdürlüğü olarak bütün eğitim kurumlarının takip edildiğine vurgu yapan Aydoğan, “ Herkes karınca gibi çalışarak dev bir sonuç ortaya koydu. Ankara eğitimin de Başkenti. Tüm emeği geçenlere, okul müdürlerimiz ve öğretmenlerimize teşekkür ediyorum” yorumunu yaptı.

15 Mart 2013 Cuma

EVET VE HAYIR

       Bize özel bir alana girilmeye çalışıldığında ya da yapmaktan hoşlanmayacağımız bir istekle karşılaştığımızda kullandığımız bir sözcüktür “hayır”. Hayatımızı etkili yönetebilmemiz için, hayır diyebilmek önemlidir. Çoğu zaman kendilerine ayıracak zamanımız olmadığı halde iş arkadaşlarımıza, dostlarımıza ya da yöneticilerimizden gelen taleplere evet demek zorunda hissederiz. Doğru sözler uygun ses tonu ve beden diliyle hayır diyebilmek, çoğu zaman istemediğimiz durumlara dur dememizi sağlayabilir. Hiç düşündünüz mü, nelere, kimlere ne zaman, niçin ve nasıl “hayır” diyorsunuz?  Karşınızdaki insan kötü hissetmesin diye hayır demekten kaçındığınız oluyor mu? Peki,  hayır dediğiniz anlarda siz neler hissediyorsunuz?

       “Hayır” veya “evet” dediğimizde bir seçim yapmış ve seçimimizi karşı tarafa ifade etmiş oluruz. Diğer bir anlatımla irade kullanmış oluruz. İrade kullanmayı seçim yapıp seçimlere uygun eyleme geçmek olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım bir saptamayı da beraberinde getiriyor; seçim yapmakta zorlanıyorsanız irade kullanmakta da zorluğunuz var demektir.

      İrade üstlenmeden, kısaca seçim yapıp eyleme geçmeden, sorumluluktan söz edilebilir mi? İrade kullanması sınırlanan veya engellenen bireyin davranışlarından sorumlu tutulması anlamlı mıdır? Bu soruların yanıtları kuşkusuz her bireyin yaşam deneyimleri doğrultusunda farklılıklar gösterecektir.

       Peki ya çocuğun sorumlulukları size neleri çağrıştırıyor? Gelişimsel görevler açısından sorumluluk duygusu ve buna dayalı davranışlar size neleri çağrıştırıyor, sizin için ne anlamlar taşıyor?  Eğer anne babaysanız, çocuğunuzu etkileşimde bulunduğu insanlarla ilişkilerinde nasıl bir birey olarak görmek istersiniz? Yetişkin bir birey olduğunda nasıl biriyle yüzleşmek istersiniz?

       Bütün bu çağrışım, davranış ve davranışlara yüklenen anlamlara, ilk özerkleşme çabalarımızın yer aldığı erken çocukluk evresindeki yaşantılarımızın yön verdiğini bilmek, ebeveyn ve öğretmenlerin çocukla olan ilişkisinde nelere dikkat etmesi gerektiğinin altını kalın çizgilerle çizmesini sağlayabilir mi?

      Bireyin gelişimine katkıda bulunan etmenleri dikkate aldığımızda, doğuştan getirilen özellikler, aile yapısı ve çevrenin etkin rol oynadığını görüyoruz. Çocuğu neyi, nasıl, ne zaman yapacağına dair yönergelerle bunaltıp, kendi sorumluluk alanına giren sorunlarına çözüm getirmek, onun irade geliştirmesine engel olmak demektir.  Anne babalar, çocuklarının davranışlarının kendi ilişki biçimleri ile doğrudan ilişkili olduğunu bilmelidir. Aşırı koruyup kollayan, çocuğun fizyolojik ve psiko-sosyal gelişim dönemleri ile ilgili “Gelişimsel Görevlerini” üstlenmesine engel olan bir ana-baba tutumu, sonuçta özgüvenden yoksun, bağımlı bir kimlik gelişimine katkıda bulunma potansiyeli taşıyacaktır.    

      Anne babanın ardından ebeveyn rolü üstlenen en önemli rol modellerden biri de çocuğun öğretmenidir. Öğretmenin bir ilişki profesyoneli olduğu düşünüldüğünde, anne- babadan farklı olarak objektif yaklaşım göstermesi çocuğun hayatında alacağı rolü önemli kılar.

       Peki, varsayalım çocuk aile ilişkilerinde sürekli koruyup kollandığı ve özgürce girişimde bulunması sınırlandığı için, isteklerini dile getirmek, hayır diyememek, verilen görevler dışında merak ettiği için öğrenmeye yönelememek gibi özellikler gösteriyor olsun. Bir öğrenme lideri ve eğitim kılavuzu olarak öğretmen; öğrencisinin gelişimine katkıda bulunmak için neler yapabilir? Öğrencisini gelişim yolculuğuna davet ederken nelere gereksinim duyabilir? Karşılaşabileceği ne tür engeller olabilir ve bu engelleri aşmak için neler yapabilir?

      İçinizden daha çok ödül, daha az ceza ile girişimde bulunma ve öğrenme davranışını destekleyebileceğiniz gibi çözümler geçiyorsa, bunu bir daha gözden geçirmenizi öneririm. Çocuğun eğitiminde ödül ve ceza ağırlık kazanacak olursa, irade sergilemek yerine her davranışından sonra, onayınızı arayacağından adeta yapışırcasına size tutunma çabası gösterebilir. Ödülün ağırlık kazandığı bir eğitim yaklaşımı çocuğun minnettarlık duygularını besleyip size bağımlılık geliştirmesine de neden olabilir. Girişimde bulunmak için sürekli bir ödül beklentisine girebilir. Tatmin edici ödülün her zaman mümkün olamayacağı hatırlanmalıdır. Oysa yapmakta olduğu çalışmalarda kendi seçimleriyle girişimde bulunduğunda, bundan duyduğumuz hoşlanma ve beğenileri, belki sizin için yaptığı yardımların ne kadar değerli olduğunu belirten geri bildirimlerde bulunmak çok daha etkili bir sonuç verebilir. Böyle bir geri bildirim çocuğun davranışlarının etkisinin farkına varmasına ve kendisini değerli hissettirmemize yardım edecektir. Değerlilik duygusu çocuğun özgüvenini besleyerek davranışları üzerinde irade sergilemesine de katkı verecektir.

       Çocuğun girişimde bulunmasını desteklemek, irade kullanmasını desteklemek, kendisiyle ve herkesle barışık, yaratıcı, sorunlarıyla baş edebilme gücü hisseden, mutlu ve başarılı bir insanın gelişimine katkıda bulunmak demektir. 

      Ne dersiniz? Etkileşimde bulunduğumuz çocukların “Hayır'larına saygı gösterebilir miyiz? Sizce
onların “hayır” deme hakları nereye kadar desteklenmeli?

27 Şubat 2013 Çarşamba

NE KADAR ZAMANIM KALDI???

Tamire Zaman Var Mı?
Doğan Cüceloğlu nun eğitimdeki katılımcılarla aralarındaki konuşma:
Cüceloğlu: Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
Katılımcılardan Biri: Allaha şükür, hocam, bildiğimiz kadarı ile yok.
Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani yedi milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar:
Katılımcılardan Biri: Ölüm.
Cüceloğlu: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Diğer hiç biri insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar.

Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır. Şu şekilde devam edelim: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?Katılımcılardan Biri:Hayır
Cüceloğlu: Şu saniye içinde olma olasılığı var mı?Katılımcılardan Biri:Var.
Cüceloğlu: Yarın?Katılımcılardan Biri:Evet.
Cüceloğlu: 30 yıl sonra?Katılımcılardan Biri:Olabilir.
Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?
Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle hiç bakmamışlardır.
Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?Katılımcılardan Biri: Yoktur hocam.
Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz, az sonra telefonumuzun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlarlar.
Katılımcılardan Biri: Hocam konuyu değiştirsek?
Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?Katılımcılardan Biri:Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.
Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular,tartışma ya da gerginlik konusu yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona "yüreğinizin taa derininden gelen bir "seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?Burada bazı katılımcıların ağladığı olur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.
Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim?" diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı? Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?



                                                       ………………………………………..

12 Şubat 2013 Salı

SU GİBİ......



  Bir an için su olduğunu düşün; Su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez....İnanıyorum ki gerçekten de öylesin.
Suyun yanında olanlar, suyu en az içenlerdir. Çünkü; "su nasılsa burada, gerek yok ki suyu kana kana içmeye "diye düşünürler...Tıpkı, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! İster çeşmeden ak, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu çağla; dibi olmayan kovayı dolduramazsın yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca.
  Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin!..Dönmeyeceksin "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapurda o saniye gelmek zorunda!.."Demeyeceksin "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!. Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, âmâ değil işte ,öyle değil. Ağzını açıp "şelaleden dökülen suyu "içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç? Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü?
Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler, beyni olan her canlı gibi!
   Sen, hep bir su olduğunu düşün gene de. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez...Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!
Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardak bardak bölebiliyorsan, çarpabiliyorsan küçük mutlulukları, toplayabiliyorsan birbiriyle tıpkı matematik gibi, yaşam verirsin kendine ve de çevrene...Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun, kendinden de kaçarsın, seller,afetler gibi.
  Ama yine de su gibi "bir küçük bardağın" içine sığdır kendini ki; girebilmeyi öğren insanların damarlarına.....Su gibi Aziz Ol Emi.....
                         Güzel paylaşımlarla, insan insana kalabilmek ve güzel ülkemizi daim kılabilmek adına....

2 Ocak 2013 Çarşamba

Biz bu dünyaya sahip olmaya mı geldik, yoksa şahit olmaya mı?

         Yeni bir yıl daha tükenmek üzere emrimize amade, mutlak kaderle muallak kader yine işbaşında....Mutlak kaderle; dünyaya geliş ve dünyadan ayrılış rotamız, saçımızın sıklığı-rengi, göz rengi ve de zihin sınırlarımızın ulaşabileceği son noktanın belirlenmiş olduğu düşünülecek olursa, muallak kaderi oluşturan benliğimiz, bakalım bizi hangi zihinsel ve duygusal dünyamızın bileşkesi olan seçimlerimizle baş başa bırakacak....

          Değerli eğitimci ve yazarımız, Fehimdar Çiftçi hocamın bilimsel araştırmalarla da müspet tespiti bu merhalede önem arzetmekte;"İNSANIN DUYGU HAYATI İLE DÜŞÜNCE HAYATI ARASINDA MÜTHİŞ BİR BAĞ VARDIR".
             Hissiyatımız ve de fikriyatımızın denge durumu isteklerimizin limitini ortaya koymaktadır.Bu limit başkalarının hak ve hukukuna verdiğimiz değer ölçüsünde anlam kazanır ve de pozitif anlamda yerini bulur elbet.Merhum Eğitimci ,Şair ve Yazar Basri GOCUL'un vecizesinde olduğu gibi;
            BAŞKASINA  HOŞ  GELMEZ  NEFSİNE  FENA  GELEN » ,
            BU  DÜSTÛRA  DAYANSIN  BEŞERΠ MUÂMELEN!
     

 Tam da konumuza tabiri caizse "cuk oturacak"iki kuble yine Basri Gocul'dan;  
                   Mutlulanma sebebi değildir"cismani haz"
                 Bir doygun obur domuz asla mes'ut sayılmaz.
    Biz bu dünyaya sahip olmayamı geldik yoksa şahit olmaya mı????
Bu Maymun iştahımızdan kurtulabilmemiz için...
Muallak kaderimizin her anlamda,doğru seçim ve doğru kararlarla,doğru işi yapmamıza vesile kılınabilmesi için;

          Cevaplandırılması gereken asıl soru bu olsa gerek....

             Aslında mistik olarak durumu değerlendirdiğimizde, sahip olduğumuz herşeyin asıl sahibinin zaten varolduğu gün gibi ortada... Bir başka eğitimci yazar Osman Erenalp hocamızın bitmek bilmeyen isteklerimize dair yazısı dikkatimi çekti;Asya'da maymun yakalamak için bir Hindistan cevizini oyar, iple bir ağaca veya bir kazığa bağlar, cevizin altına ince bir yarık açar ve içine maymunun hoşlanacağı bir yiyecek koyarlarmış. Yarık sadece maymunun eli açıkken sığacağı genişlikte olur, yumruk yaptığında ise elini dışarı çıkaramazmış.Maymun yiyeceğin kokusunu alır,elini içeri sokar,yiyeceğini avucunun içine koyduktan sonra bir daha da elini dışarı çıkarmazmış.Sıkıca yumruk olmuş el, Hindistan cevizine mahkûm olunca avcılar kolayca kafese tıkarlarmış maymunu. Bunu kabullenmese, çılgına dönse de….
    Bu tuzağa yakalanmayanı, bundan kurtulabileni yokmuş maymunlar âleminin.
    Tutkularının esiri iken bir bakmışlar avcının esiri oluvermişler.
    Efendileri değişti sadece. Avcının esiri değil tutkularının esiri onlar. Maymunu tutsak eden “nefsi emmaresi” tasavvuf erbabının deyişiyle.
    Yapması gereken elini açıp o tuzak yiyeceği elinin tersiyle itip olduğu yerde bırakmak ama nerede o irade? o nefsi emmareye meydan okuyacak güç?
    Teşbihte hata olmasın –Darvin adlı düşünüre göre de atalarımız olmaları hesabiyle -insanları tuzağa düşüren ve orada kalmaya mecbur, mahkûm eden onun arzuları ve önüne atılan yemin dayanılmaz cazibesi.
   Sahip olmakla övündüğümüz çok şey bir tuzak ama,
   Nelere sahip olmak istemeyiz ki;
-Kullandığımız alandan kat kat fazlası büyük evlere,
-Çoğunlukla konuşmaktan başka bir özelliğini kullanmadığımız son model telefonlara,
-Birkez giydikten sonra,dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz moda giysilere,
-Okumadığımız kitaplara,
-Asla kadranının gösterdiği sürate ulaşmayacağımız süratli arabalara,
-Bize günde üç-beş kez zamanı,başkalarına ise zenginliğimizi gösterecek kol saatlerine,
-Gidilemeyen, gidilse de dinlendirmekten çok yorgunluktan haşatımızı çıkaracak yazlıklara,
-Oturmadığımız koltuk takımlarına,
-İzlemediğimiz dev ekran tv'lere,
-Kullanmadığımız daha nelere nelere..
                                                                           Sahip olmak tutkusu..
                                                                           Sahip olmak yanılgısı..
                                                                       SIRFAVUCUMUZDALAR ,DİYEREK..
                                                                                                                  symn